Genel halet-i ruhiyem aynı Trabzon havaları gibi. Bir gününe 4 mevsim sığdırılan Trabzon’un, bir gününe her türlü ruh hali sıkıştırılmış sakini. Belki de en sakini… Aynı Karadeniz gibi çarşaf gibiyken bile o simsiyah rengi yağmuru haber verir anlayanlara, köpürür hıncını T’ lerden alır ama ne kadar öfkelense de beyaz köpükleri gözümde onu pamuk tarlasına çevirir. Renkler sıra sıra dizilir bazen yüzeyinde açıklı koyulu, evet bu bir ışık oyunu kırıcılık indisi, gelme açısı, kırılma açısı felan filan kaç kişi bu renkleri böyle yorumlar ki, işte bir kez daha fizik edebiyat karşısında yenik düşer, bense karmaşık duygularla içten içe gülerim bu yenilgiye. Oysa fizik yıllardır okulda okuduğum ya da okullarda bana okutulan… Edebiyatın ise okulunu okumadım ben.
Okullar bambaşka mevzu bu konuya hiç girmemeli, yoksa kendimi kaybetmem içten bile değil.
En basit duygular bile birbirine karışıyor, en basit bir yazının bile dibi sonuna giriyor. Tek cümleyle söyleyeceğim şeyi direk söylememin vermiş olduğu mecburiyetle söz uzuyor anlam kayboluyor. Tartıyorum cümleleri, ilk söylemem gereken tek cümleden daha hafif geliyorlar. Ama şartlar bunu gerektiriyor ya da bana öyle geliyor.
Kendimi güneşli bir günde şemsiye kullanıp da, şemsiyenin çıkış maksadının güneşten korunmak olduğunu ve güneşli günlerde bazı memleketlerde şemsiye kullamanın gayet normal karşılandığını, beni tuhaf addeden insanlara anlatmaya çalışıyormuş gibi hissediyorum. Oysa sorsan hepimiz farklı düşüncelere, farklı yaşantılara açığız, gücümüzü bu farklardan alıyoruz. Ne büyük bir palavra!
Hep ikilem, hep tereddüt, hep acaba, hep nasıl, hep ne yapmalı, hep hep hep…
Kendimi acemi bir çömlekçinin elinde şekillenmiş de ustanın elinden çıkan çömleklerin yanına konmuş bir çömlek gibi hissediyorum. Bir yanım eksik, bir yanım yarım, bir yanım acemi, gözüm ustanın elinden çıkan çömleklerde…
Şiir yazamam, kelimelerle oynayamam, resim de çizemem kendimi nasıl anlatmalı?
“Ne yalanlarda var, ne hakikatta,
Gözümü yumdukça gördüğüm nakış.
Boşuna gezmişim, yok tabiatta,
İçimdeki kadar iniş ve çıkış.
-Necip Fazıl Kısakürek”
Rüzgarla karışıp gitmek istiyorum, mülteci gibi yaşayamayacağımı bile bile hicret etmek istiyorum, bakıyorum ne bir kervan var ne de bir kervan başı eski ticaret yollarında. Oysa 14 asır öncesinde ne kadar da şenlikliydi gönüller onca sıkıntının içerisinde. O zamanlar yağmur bile başka yağıyordu sanırım. Su döngüsü, karbon döngüsü… Hiçbir şey yeryüzünden kaybolmuyor ya sadece devir-daim oluyor. İşte şimdi düşünüyorum acaba o zamanlardan günümüze gelen bir H2O molekülü ile müşerref olma şerefine nail olabilme ihtimalim nedir? Ömrümü sırf bu işe adasam kazanma olasılığım nedir?
Ben sadece kendi istediğim hayatı yaşamak istiyorum. Etrafımdakilerin benden farklı düşündüğünü göz önüne alırsak başarı şansım ne? Güneşli bir havada yağmur yağarken; arkamıza güneşi karşımıza yağmur damlasını alıp 42 derecelik açıyla baktığımızda kendi gökkuşağımızı görebiliriz. Gark olduğum bu çıkmazdan sıyrılıp kendi gökkuşağımın peşine düşebilme ihtimalim nedir?