Trabzon’da havalar yine: “Kar yağsa aslında bu kadar soğuk olmaz.” tespitlerinin karşılıklı yinelendiği sıcaklıklarda.
Henüz hiç fotoğrafını çekmediğim bu yüzden bu yazıda arz-ı endam edemeyecek olan yeni oda arkadaşımız siyah dut fidanı, ağzımız sulanarak olgunlaşmasını beklediğimiz meyvelerini teker teker dallarından köklerine doğru ihraç ediyor. Ama, neden? Oksijenimizi, ışığımızı, odamızı paylaştığımız dut fidanıyla bu akşam bu konuyu eni konu tartışmaya açtık. Biz söyledik o dinledi. Ona içinde bulunduğumuz mutualist yaşam biçimini izah ederek, karşılıklı faydalanmanın en üst düzeyde olması için meyvelerini mümkün olduğunca iyi muhafaza etmesi gerektiğini bu sayede bizim ona karşı iyi tutumumuzun katlanarak artacağını, aksi durumda da iyi tutumuzun katlanarak azalacağını hatırlatarak önce bilimsel sonra edebi sonra da gayet gayri edebi bir biçimde alenen tehdit ederek konuşmamızı bitirdik. Bakalım, bu konu üzerinde düşünmek istediğini cevabını sonraki günlerde vereceğini falan söyledi. Cevabını da meyveleriyle verecekmiş. Eğer cevabı olumluysa meyveleri git gide siyahlaşacakmış olumsuzsa zaten anlarmışız. Yani, bizi direk muhatap almaması diplomatik açıdan kırıcı olsa da sırf meyvelerinin tadı bozulmasın diye ses çıkarmadık.
Bir de bugün tarçınlı çay içtim. Şöyle ki açık demlediğimiz siyah çaya tarçın ekliyoruz ama hangi aşamada olduğunu bilemiyorum. Bardağa boşalttığımız çayın içine fındık ve ceviz parçaları koyuyoruz. Şekerle tatlandırdığımız çay içilmeye hazır. Ve bir kez daha fark ettim ki tarçın en sevdiğim baharatlar listesinin zirvesinde olmayı gerçekten hak ediyor. Hem tatlı ve bence hafiften bir karabiber acılığı var hem de tuzlulara uyumlu kokusu da güzel.
Ve bu arada kuşlar uçarken gerçekten M gibi gözüküyorlar. Acaba, resim yeteneğimin sıfırın altında olmasından -yeteneksiz demeyelim şimdi- dolayı mı yıllardır kuşları M gibi çizmenin mantığını anlayamadım yoksa gözlem yeteneğim de mi kıt?
Eveeeeet, eskiye hafiften nazire yapmak suretiyle havalardan, canlılardan, beş duyuya hitap eden konulardan yaptığım ağır(!) girizgahtan sonra asıl mevzuya gelebilirim sanırım.
Uzuuuun zamandır “kabullenmek” üzerine düşünüyordum. Anlamaya çalışıyordum da denebilir. Bugün yarısından sonrasında izlemeye dahil olduğum bir filmde -sanırım faesko hakkında bir şeyler yazacak- geçen bir sahne üzerine tekrar aklıma geldi. Düşünce taslaklarım en son sanırım kabullenmek= özgürleşmek gibi bir noktaya gelmişti.
Kabullendiğim anda huzur vereceklerle kabullenmekten vaz geçtiğim anda huzura ereceklerim arasındaki tercihimi doğrultmaya başladığım an işte o an muazzam şeyler hissedeceğime eminim.
İşte bu doğrultma için; elinin tersiyle itip, elinin güvencesiyle biat etmek için ihtiyaç duyumsanan şey ne? Cesaret mi, teslimiyet mi, sadakat mi?.. Bilemiyorum. Eksik parçayı ararken yapbozun bütünlüğünü hiç kavrayamamak endişesi…
Özgürleşmek, hür olmak… İnkardan ikrara, ikrardan inkara… İnkar ve ikrar nispetinde bir hür olmak düşüncesi…
Tam bu noktaya bir mim koyuyorum.